SİYAH İNCİLERE VİDEO ÇAĞRISI

Sağlıklı Birey, sağlıklı toplum için "siz de ses verin" diyerek nadir çağrı kampanyasını başlattık. Senin gibi tüm nadir bireyleri bu özel projemize davet ediyor ve "sen de videonu" gönder diyoruz.
 
Videonuzu Göndermek için: 
 

YAŞAMAK İÇİN MÜCADELE ETMELİSİN

Hayata gözlerinizi açtığınızda herkesin kafasında sadece güzel düşünceler vardır. Sağlıklı, huzurlu, mutlu ve uzun bir hayat bizi bekliyordur. Ama bu hepimiz için aynı olmuyor, bazılarımız gözlerini hastanede açıyor ve anne kokusuna, anne kucağına hasret kalıyor daha ilk günden. Onun için ters bir şeyler gidiyor ve ilk ağlama sesiyle hayat mücadelesi başlıyor.

Benim içinde hayat mücadelem erken başlamıştı. Dünyaya gözlerimi kalbi delik bir çocuk olarak açtım ve ergenlik çağımda Pulmoner Hipertansiyon ile tanıştım. Kıpır kıpır yerinde duramayan bir bebek yerine elini kolunu oynatırken yorulan, ağlamaya bile mecali olmayan, mavi dudakları mor tırnakları olan hasta bir bebek olmuştum hep. 9-10 yaşına kadar hastalıklı çocuk ne demek bilmiyordum ama ilkokul 5.sınıfta bunun ne anlama geldiğini acı bir şekilde öğrenmiştim. Okula gidip gelirken yorulmaya başlamış eskisi gibi koşup oynayamaz olmuştum. Bacaklarım gücünü kaybetmiş beni taşımakta güçlük çekiyordu. O anki tek mücadelem yorulmadan okula gidip gelmekti. Yarını düşünemeyecek kadar küçüktüm. Büyüdükçe engellerim çoğalacak, hayal kırıklıklarımda benimle birlikte büyüyecekti.

Kalpteki deliğe (VSD) bağlı akciğer tansiyonun yükselmesiyle (Pulmoner Arteriel Hipertansiyon), kan dolaşımının tersine döndüğü Eisenmenger sendromuyla tanışacaktım daha. Tabi bunun için epeyce bir mücadele vermem gerekecekti. Hayat hastalıklı sürprizler hazırlıyordu benim için.

Kışı çetin geçen dağların ardına gizlenmiş cehaletin, yoksulluğun kol gezdiği, doktorlardan yoksun, hastalandığında ıhlamur çayıyla iyileşeceğin küçük bir Karadeniz köyü.

Çocukluğumdaki hatıralarım bile hastalıklı benim gibi, dokunulduğunda kırılacakmışım, sanki hemen yok olacakmışım gibi bir korkuyla ağır bir şefkat çemberiyle büyüdüm. Bu fazla yoğun ilgi beni mutlu etmek yerine içten içe bana acı veriyor dahası beni korkutuyordu. Bu yoğun ilgi ve alaka beni maalesef sağlığıma kavuşturamadı. Biraz ihmal biraz cahillik ve bunlara imkânsızlık da eklenince zamanında tedavi görme şansımı yitiriyor yaşamımın geri kalanını sağlık sorunuyla yaşamaya mecbur kalıyordum.
Kalbimdeki delik zamanında kapatılmayınca akciğer basınçlarımın yükselmesiyle oluşan Pulmoner Hipertansiyon denilen yeni bir hastalıkla tanışıyordum. Her şeye geç kalacağımın ilk adımını tedavi için geç kalarak atmıştım. Belki sadece kaderimdi bunları yaşamak, gerisi bahaneydi. Gecikmeli olarak sağlığıma kavuşma hayalleriyle gittiğim hastanelerden hayal kırıklıklarıyla geri dönüyordum. Koşmak, yorulmadan yürüyebilmek, yarım kalan eğitimime devam edebilmek ve her genç kız gibi hayallerini yaşayabilme umutları güneşi görmüş bir buz gibi eriyip avuçlarımın içinden akıp gidiyordu. 13 yaşında böyle bir hayal kırıklığını yaşamanın tarifi olamaz. Büyümek istemiyordum çünkü her gün biraz daha büyüdüğümde yaşadığım hayal kırıklıkları da sanki benimle birlikte büyüyordu. Yaşıtlarım hayallerine doğru koşarken ben onların ardından bakıyordum. Bir pencerenin ardına hapsolmuştum. Uzun süre yürüyemiyor yokuş ve merdiven çıkamıyordum, en büyük şansızlığım bir köyde yaşıyor olmamdı. Her yerin dağlık ve engebeli oluşu beni eve hapsetmişti. Cennet kadar güzel olan köyümün ormanlarına çıkamıyor o nefis havasını ciğerlerime çekemiyordum. Ben büyüdükçe bedenim bacaklarıma ağır geliyor bedenimi taşıyamıyordu. Ortaokulu zar zor bitirmiştim. Elim kolum bağlı çok sevdiğim eğitimime devam edemememin üzüntüsüyle baş başa kalmıştım. Mücadele edecek ne imkanım ne de gücüm vardı. Zamanın gözünün önünden geçip gitmesine engel olamıyordum. Tek yaptığım şey beklemekti.

Hayaller, dualar, bitmeyen umutlarla hayata tutunmaya çalışıyordum. Gençlik duygularından uzak, gelecek endişesi ve sanki elim kolum bağlıymış gibi yaşamak bana inanılmaz acı veriyordu. Hiçbir şey yapmadan zaman öyle hızlı geçiyordu ki, 26 yaşına gelmiştim. Öylece bomboş geçip gitmişti ömrümün en güzel yılları. Sonra bir gün kontrol için geldiğim hastanede oradan oraya savrulduktan sonra nihayet benimle ilgilenecek bir doktor bulmuştum. Benim hastalığımla ilgili bir tedavi süreci oluşturan bu poliklinikteki doktor elimde ki dosyayı aldı ve bana yeni bir ilaç olduğunu tedavi olamasam da yaşam kalitemin artacağını anlatmıştı. Tedavi olmaktan ziyade artık benimle ilgilenecek birilerin olması bile beni mutlu etmeye yetmişti. Yıllardır teşhis konulduktan sonra yapılacak bir şey yok denilerek evine gönderilmenin ne demek olduğunu anlatacak kelime bulamıyorum. Yüreğimdeki hayal kırıklığının, yaşadığım mutsuzluğun ardından gelen umutsuzluğun bir tarifi olamaz. Yaşarken ölmek gibi bir şey. Ya da git ölümü bekle demekten bir farkı yoktu bunun söylenmesinin.
Uzun soluklu ve neredeyse her günümüzün hastanede geçtiği bir tedavi süreci başlamıştı. Ömrüm hastane koridorlarında geçse de, ilaçlarımızı almak için prosedürlerle ayrı bir savaş veriyor olsak da tedavisi yok denilip eve gönderilmediğim için çok mutluydum. Yüreğimde solan umutlarım yeniden filizlenmeye başlamıştı. Artık geleceği düşünebiliyordum ve ileriye dönük planlarım vardı. Sağlığıma kavuşamasam da kendim için bir mücadele veriyordum.
Sanki yeniden doğmuştum. Kendim gibi Eisenmengerli insanların olması, onlarla konuşmak aynı sıkıntıları yaşıyor olmak bana daha bir güç vermişti. Tedavi için anne babamdan uzak, abimin yanında mücadele içinde ayrı bir mücadeleye başlamıştım. Ben büyüdükçe daralan sosyal hayatım, tedavi esnasında aynı hastalıktan muzdarip kader arkadaşlarımla tanıştıkça onlarla kaynaştıkça genişlemeye başlamıştı. Hastaneye gidiyor gibi değil de sanki arkadaşlarımla gezmeye, eğlenmeye gidiyor gibi çıkıyordum evden. Ne iğneden korkuyorduk ne saatlerce sıra beklemek bizi yıldırıyordu. Çünkü bu savaşta yalnız değildik ve biz birimize güç kuvvet veriyor olmuştuk. Birlikten güç doğar ilkesiyle hareket ediyorduk. Bizden önce bu hastalıkla ayrı şehirlerde mücadele eden başka insanlarla tanışıyor dostlar ediniyorduk. Öyle çoğalmıştık ki öncesinde çok uğraşılıp bir türlü kurulamayan bir derneğin kurulmasına bile katkı sağlamıştık. Kamil Hamidullah ve ailesinin 15-20 yıldan beri vermiş olduğu mücadeleye dahil olmuştuk. Aynı hastanede tedavi gördüğüm arkadaşım Ömer, onun vesilesi ile tanıştığım Sibel Ercan, Kamil Hamidullah ve bir çok kişi artık biz koca bir aile olmuştuk. Pulmoner Hipertansiyon isimli derneğimizi kurmuştuk. Karşımıza çıkan bir çok zorlukla bu dernek ve birlikteliğimiz sayesinde aşmış ilaçlarımızı daha kolay alır olmuştuk. Diğer hastalara ışık tutuyorduk. Ancak derneğin önemini kavrayamayan hastalar derneğe sahip çıkamamış ve onca emek birkaç yılda tuzla buz olmuştu. Vazgeçtik mi hayır. Birlikten güç doğar ilkesine inanan herkes bu savaşı yeniden verecek ve yeni bir dernek kuracaktık.

Yeniden filizlenen umutlarımla birçok şeyle savaşmama rağmen pes etmek yerine hayata tutunmaya çalışıyordum. Yarım kalan eğitimime devam etmek için Açık Öğretim Lisesine kayıt yaptırdım, bilgisayar kursuna gittim ve yeni tanıştığım arkadaşlarımla kendi aramızda yaptığımız sosyal aktivitelere katılmaya başladım. İstanbul gibi bir şehirde, işsiz güçsüz uzun ve zorlu bir tedaviye rağmen pes etmek yerine önüme çıkan her türlü engele inat ileriye bakıyordum artık. Sağlıklı insanların sahip oldukları yaşama hiç sahip olamasam da kendimce yapabileceklerimin savaşını vermek ve en iyisini yaşamak için sonuna kadar savaşacaktım. Hep bunu istememiş miydim zaten? Hastalığın arkasına sığınıp yokmuşum gibi hiçbir işe yaramayan bir zavallı gibi yaşamak yerine benim de yapabileceğim şeyler olduğuna inanıp kendi ayaklarım üzerine durma mücadelesi vermeyi hayal etmiyor muydum? İşte o gün bu gündü ve bende bütün gücümle bunun savaşını verecektim.

Yaradan tarafından yaratılmaya değer bulunduğum için savaşmaya ve her şeye rağmen bu hayatı sonuna kadar yaşamaya çalışacaktım.

Verilen hiçbir mücadele karşılıksız kalmaz. Bende verdiğim mücadelenin karşılığını alıyordum. Bilgisayar kursuna gitmiş sonrasında açık öğretim lisesine kayıt yaptırmıştım. Tedavi sürecinde dört yılı geride bırakmıştım. Sağlığıma kavuşmuş muydum “hayır” ama açıköğretim lisesini bitirmiş ve diplomamı almıştım. Sıra Devlet memuru olmak için o zaman adı ÖMSS ( Özürlü Memur Seçme Sınavı)’mı kazanmak için İstanbul Büyükşehir Belediyesinin açmış olduğu Maltepe Engelliler Merkezinde ÖMSS kursuna başlamıştım. İlk gün kâbus gibiydi. Hiç bu kadar engelliyi bir arada görmemiştim. Alışmak biraz zor geldi kendi sorunlarımı unuttum. Ama o insanların içinde yaşama sevinci ve hayata tutunmaya çalışmaları beni daha çok motive etti ve yaşama bağladı. Kurstaki il gün kendimi onlardan biri olarak görmemiştim ama birkaç gün sonra onların uzuvlarının eksikliğinin kişilik ve karakterlerinde hiçbir eksiklik yaratmadığını tam tersine onların da çok güzel ve kaliteli insanlar olduğunu nihayet anlamıştım. Oysa ben ve benim gibilerin sıkıntısı onlardan daha büyüktü. Sağlıklı görünüp engelli numarası yapıyormuşuz gibi bir muamele görüyorduk. Kurs eğlenceli geçiyordu. Mutluydum, herkesin kendine has renkli kişilikleri vardı. İlk gün durumlarına üzüldüğüm arkadaşlarım aslında kendileriyle benim kendimle olduğumdan daha barışıklardı. Acınası durumda olan benmişim aslında. Çünkü herkes her durumda kendi ayakları üzerinde duracak kadar güçlü kişilerdi. Bu arada abimde durumlar kötüye gitmiş ablama taşınmıştım.

Yaklaşık iki yıldır ablamda kalıyordum. Anne babamı köyde tek başlarına kalmasınlar diye kışı İstanbul’da geçirmeleri için razı etmiştik. Onlar abimde kalacaklardı. Anne ve babam geldiğinde kursa gitmeye başlayalı iki üç hafta olmuştu. Annem rahatsızdı. Nefes darlığı vardı. Sonra karnında oluşan ağrılar sebebiyle acile gidip geliyorduk ama hiçbir sonuç alamıyorduk. Poliklinik randevuları da gecikmeli veriliyordu. Ama annem randevuyu bekleyemeyecek kadar hastaydı. Aciller neden vardı bilemiyorum ama annemin sorununu bir türlü anlayamamışlardı. Özel bir hastaneye gittik. Safra kesesinde taş var dediler. Nefes darlığı için Kardiolojiye gitmesi önerildi. Annem her dakika daha kötü oluyordu ama biz her defasında eve gönderiliyorduk. Genel cerrahi ve kardiyoloji polikliniğinden randevu alıp o bölümlere muayene olmasını söylüyordu doktorlar. Annem randevuyu bekleyemeyecek kadar kötüleşti. Yurtdışında seminerde olan kendi doktorumla görüştüm. Benimde tanıdığım eski asistanının görev yaptığı hastanenin adını verdi. Doktorumun eski asistanını telefonla aradım bana hemen annemi hastaneye getirmemi söyledi. Kocaeli Darıca Farabi Devlet hastanesinde görev yapıyordu. Gittik ve hemen anneme eko çekti. Ve bana dönüp annenim acilen Koşuyolu Yüksek İhtisas ve Araştırma hastanesine götürülmesi gerektiğini annemin kalbinde yoğun bir şekilde sıvı birikmesi olduğunu söyledi. Hastaneye vardığımızda annem hemen yoğun bakıma alındı. 9 gün yoğun bakımda toplam 40 gün hastanede kaldı. Kalbindeki sıvı kanlı gelmişti ve sıvı biyopsi için başka bir hastaneye gönderilmişti. Sıvıda kanser hücreleri görülmüştü. Bütün tetkikler tahliller yapılıyordu. Tümör bulunamıyordu. Her şey temiz çıkmasına rağmen sebebi belli olmayan kanser türünden tedaviye başlandı. Aneme 6 aylık ömür biçildi. Sadece acıları dindirilecekti. Başından ışın aldıktan sonra kemoterapi seansları başladı. Üstünden 5-6 ay geçmişti, annemin tedavisi sözde iyi gitmiş %80 iyileşmişti. Bu arada ÖMSS (EKPSS) Sınavına sadece 20 gün kalmıştı. Annemin tedavisi uzun süreceğe benziyordu. Annemin kalan ömrünü birlikte ve hayatını daha rahat geçirmesini istiyordum. Ara ara iş görüşmelerine gidiyordum, ev tutmak için babamın emekli maaşı yeterli değildi. Bir gün bir telefon geldi, iş görüşmesi için çağırıyorlardı. Kardeşimle birlikte gittim. Bir iki görüşme sonrası İşe alınmıştım. Özel bir otomotiv şirketinde santral memuru olarak çalışacaktım. Ben işe başlamıştım ama işe alışma sürecinden dolayı ders çalışamıyordum. Bu arada annemin kemoterapi seansları bitmiş altı aylık ömür biçilen annemin tetkik sonuçları iyi gelmişti. Babam ve annem memleketlerini çok özlemiş oldukları için daha iyi ama hala halsiz yorgun olan annemi daha fazla tutamış ve memleketlerine göndermiştik. Üç ay sonra kontrolü vardı bu sürede ben bir ev tutmuş onların gelmesiyle ev için eşya bakmaya başlamıştık. Çalıştığım şirkette ki müdürüm Bülent Güner ve diğer çalışma arkadaşlarım sayesinde evin kaba eşyasını tamamlamıştık. Kendi evim olmuştu. Yaşadığım bu değişikliğe ben bile inanamıyordum. Her şeye rağmen kendi ayaklarım üzerinde duruyordum. Çok yoruluyordum ama bir şeyleri başarmış olmanın mutluğunu ve gururunu da yaşıyordum. Artık birlikteydik. Annem eski sağlığına kavuşamıştı, denge bozukluğu ve sık sık düşme gibi birçok problemi vardı. Onu böyle görmek bizi üzüyordu ama yine de varlığı bize yetiyordu. Bütün bu değişiklikler sırasında girdiğim ÖMSS sınavında yüksek puan alamamış ve atanamamıştım. Ama üniversite sınavında yaptığım puanla Açık Öğretim Üniversitesine kayıt yaptırabilmiştim. Çalışma hayatımda 3 yılı doldurmuş bu esnada santral memurluğundan ofis asistanı, ardından Satış planlama memuru ve en son iki yıllık üniversiteyi bitirip Satış planlama uzmanlığına kadar iyi bir pozisyona geçmiştim. Ama işler boyumu aşıyor ve çok yoruluyordum. İşim kendime göre çok stresli ve zordu. Kaçmak istiyordum ama evimi geçindirmek zorundaydım. Eski adı ÖMSS olan ancak sonrasında EKPSS olan sınavlara girmeye ve tercih yapmaya devam ediyordum. Tam kendimi tükenmiş hissettiğim sırada yaptığım son tercih sonucu açıklandığında atandığımı gördüm. Mutluluğum tarif edilemezdi. Artık devlet memuruydum. Biray içinde Tokat Valiliğinde yeni görevime başlamıştım. Ama eski iş yerimde ki çalışma temposu burada hiç yoktu. Boşluğa düşmüş gibiydim. Tokatta kendimi yapayalnız hissediyordum. Neredeyse hiç kimseyle konuşmuyordum. Çok yalnızdım. Herkes beni tebrik etmek için arıyor benim adıma ne kadar mutlu olduklarını söylüyorlardı. Başardıklarımın karşısında şaşkınlıklarını ifade ediyorlardı. Peki, ben neden mutlu değildim. Bana herkes yabancı ve ben yeğenlerimi özlüyordum, ailemi ve arkadaşlarımı özlüyordum? Küçük rahat ve huzurlu bir yer. 5 dakikada işe gidiyor 5 dakikada işten eve gelebiliyordum. Hastane, çarşı, pazar hepsi 5-10 dakikalık bir mesafedeydi ama beni mutlu etmeye yetmiyordu her şey eksikti sanki. Her şeye rağmen ilerleyen dönemlerde bir iki arkadaş edinmem biraz daha iyi olsa da sevdiklerime duyduğum özlemi azaltmıyordu.

Öyle ya da böyle Tokat Valiliğinde ki görevimde iki seneyi geçirmiştim. Kurban bayramı için gün sayıyordum memleketime ailemin yanına gidecektim. Kurban bayramına bir hafta kalmıştı. 2017/16 Temmuz gecesi uyuduktan birkaç saat sonra uyanmıştım açık olan pencereyi kapatmak istedim fakat kolum ve elim uyuşmuştu kalkamadım sonra birkaç hamle daha yapıp kalkabildim, zar zor pencereyi kapattım ama elimdeki uyuşukluk hala geçmemişti. Tekrar uzandım bekledim ama hala elimde uyuşma vardı. Bir terslik olduğunu anladım dua etmek istedim ama konuşamadığımı fark ettim paniklemiştim felç geçirmiş olabilir miydim, evin içinde dolaşmaya karar verdim sonra banyonun önüne geldiğimde lavaboda önüne elimi yüzümü yıkamayı akıl edebildim. Suya dokunmak iyi gelmişti sanki bir ara aynada kendimi gördüm ağzım yamulmuştu, tek elimle yüzüme su serpiyordum sanki ağzım biraz düzelmiş dilim açılmıştı. Hiç hissetmediğim elimde sanki çözülür gibi olmuştu. Daha çok daha çok su serpiyordum yüzüme, sırılsıklam olmuştum adeta sonra duşa girmek aklıma geldi soğuk suyla duş aldım her şey normale dönmüştü sadece elimde biraz uyuşma kalmıştı. Üzerimi zar zor değiştirdim yarım yamalak saçlarımı kuruladım ve hemen komşumu uyandırdım, onlardan beni hastaneye götürmelerini rica ettim çünkü felç geçirmiş olabilirdim. Hemen Tokat Gaziosmanpaşa Üniversite Tıp Fakultesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinin aciline gittik, durumumu anlattık ama kimse felç geçirdiğime inanmadı kan şekerimin düştüğünü söyleyip glikoz yüklemesi yaptılar ve ardından eve gönderildim. Ertesi gün bir şeyler yine ters gidiyordu. İşe diye çıkmıştım ama işe gidememiştim çünkü kolumda uyuşma hala devam ediyor ve kendimi çok kötü hissediyordum. Adeta bacaklarım tutmuyordu. Evin yakınındaki parkta bir banka bıraktım kendimi iş yerindeki müdürü aradım ve durumumu anlattım gücümü biraz toplayınca sağlık ocağına kadar gittim. Ancak oda acildeki doktorların söylediklerini söyledi. Bir sonraki gün hastaneye nöroloji polikliniğine gittim, durumu anlattım poliklinikteki doktor MR ve Tomografi istedi. Sonuçlarda beyine giden sağ taraftaki kılcal damarlarda pıhtı attığını söydi. Yani felç geçirmiştim haklıydım ama kendimi kimseye dinletememiştim. Acil yatış yapıldı ve hemen tedaviye başlandı. Annemin hastalığından dolayı babamı arayamamıştım çünkü onun gücü ancak anneme bakmaya yetiyordu. Yanıma gelecek kimsem yoktu yedi kardeş olmamıza rağmen kuru kalabalıktan başka kimsem yoktu. İş yerinde tanıştığım ve zamanla yakınlaştığım sevgili arkadaşım Özlem ve ailesi, kapı komşum Ebru ve eşinin yardımlarıyla hastane süreci bir şekilde geçiyordu. Ama yaklaşan bayramda aileme nasıl gelemeyeceğimi söyleyecektim ama mecbur babama bayramı burada geçireceğimi söyledim ancak hastanede olduğumu söylemedim. Bayram ortası gibi babama ve diğer aile fertlerine durumu anlattım ama hastane sürecimi yine yalnız geçirdim. Babam gelmek istese de ben izin vermedim çünkü evde babamın bakımına muhtaç annem ile hastane arasında daha çok yıpranacaktı. Genel olarak da durumum iyiydi. Kan sulandırıcı dozunu ayarlayıp değerlerimin normale dönmesini bekliyorlardı. Durumum düzeldiğinde bayram bitmişti bayram tatili bitiminden bir gün önce taburcu olmuştum. Ertesi gün görevime başlamıştım bile. İki üç ay hiçbir sıkıntı yaşamadım. Ama ilerleyen dönemlerde halsizlikle beraber yürüme mesafemde ciddi anlamda düşüş yaşıyordum. Öyle ki bazen iki adımda bir dinlenme ihtiyacı duyuyordum. Gerek Üniversite gerek Devlet hastanesi olmak üzere Dâhiliye, Nöroloji, Kardiyoloji ve KBB poliklinikleri olmak üzere derdimi anlatmak için gidiyor ama herkes aynı şeyi söyleyip “Git dinlen biraz rapor verelim” deyip beni geri gönderiyorlardı. Yaşadığım sıkıntıların dinlenerek geçmediğini söylesem de yine kendimi anlatamıyordum. Kontrol zamanım gelmişti İstanbul da ki doktoruma gittim bu durumu ona da anlattım ama tetkiklerimde farklı bir durum gözükmemesinden dolayı bir tedavi uygulanmamıştı ve ben dönüp evime gelmiştim. 2017 Aralık ayıydı. Artık lavaboya giderken bile yoruluyor saatlerce kendime gelemiyordum. En sonunda iyice kötü olmuş her an ölecekmişim gibi hissetmeye başlamıştım. Kendimi çok kötü hissettiğim için izin alıp eve gittim öleceğimi düşünüyordum doktoruma “ölüyorum” diye mesaj attım. Aradı ve derhal İstanbul’a gelmemi söyledi. Ertesi gün apar topar otobüsle İstanbul’a gittim. Sabaha kadar “Aallah’ım canımı otobüste alma” diye dua ettim. Babamlar İstanbul’da abimin yanında kalıyorlardı. Otobüsten indiğimde Erkut abim karşıladı beni. Kahvaltıdan hemen sonra babamla beni hastaneye bırakıp işe gitti. Acilden girişim yapıldı. İlk tedavi oksijen takviyesi ve idrar söktürücüydü. Sık sık lavaboya gidip geliyordum. Vücudumda ki ödemi attıkça yürürken yorulmamaya başlamış daha rahat lavaboya gider gelir olmuştum. Aynı gün servise çıkarıldım ve bir hafta tedavi gördükten sonra taburcu edildim. İyi gibiydim ama yine bir şeyler ters gidiyordu. Çünkü yine yürüyemiyordum. Neyse ki raporluydum ve evde istirahat edebiliyordum. Bu süreçte nörolojinin verdiği mide koruyucunun vücudumda ödem yaptığı ve yaşadığım sıkıntının bundan kaynaklandığının farkına vardım. İstanbul da ki doktorumun verdiği idrar söktürücüyü kullanma sıklığını arttırdığımda normale döndüğümü fark ettim. Aslında bu kadar basit bir sorunun bana nasıl bu kadar ciddi sorunlar yaşatmasına şaşırıyordum ve doktorların bunu nasıl fark edemediklerine bir anlam veremiyordum. Bence benim sorunumu tam anlayamamış olmaları belki de benim durumu abarttığımı düşünmeleriydi. Ama ben yürüyemiyordum, her adım attığımda başım dönüyor bayılacak gibi oluyordum. Öleceğimi düşünecek kadar kendimden umudu kesiyordum. Neyse ki . bu hastalıkla uzun süre yaşamanın vermiş olduğu deneyimden dolayı bazen kendi çaresizliğime kendim çare buluyordum.

Bu süreçte anladım ki biz hastaların birazda kendi kendinin doktoru olması gerekiyor. İlaçların yan etkileri, yeme içme alışkanlıkları, yaşam tarzlarını ona göre düzenlemeleri gerekiyor. Hastalığımızın takipçisi yine kendimiz olmak zorundayız. Doktorunuzun ağzından çıkan her kelimeye dikkat etmelisiniz zira yoğunluktan unutabilirler ama sizin unutmamanız gerekmektedir. Aksi takdirde benim ve annemin yaşadığı sıkıntılara maruz kalırsınız. Doktorlar annemin sağlık problemine kanser teşhisi koymuş, bütün vücudunun kanserli hücrelerin sardığını ve 6 aylık ömrünün kaldığını söylemişlerdi ama annem 7 yıldır yaşıyordu. Gördüğü yanlış teşhis ve tedavi nedeniyle yatağa mahkûm olmuştu. Tedavi gördüğü dönem beyinde sıvı birikmesi olmasına rağmen bu sorunla ilgili aileme anlaşılır ve gerekli açıklama yapılmamıştı, yapılmışsa da ailem durumu anlayamamıştı. Bilmeden Hidrosefali denilen hastalıkla mücadele etmek zorunda kalmış, gerçeği çok geç öğrenmiştik. Annemin tedavisi içinde artık geç kalmıştık. Annem bu gün hidrosefalinin vermiş olduğu sıkıntıları yaşamak zorunda kalmıştı. Tabi onunla beraber bizde o sıkıntıları yaşıyorduk ama en çokta babam yaşıyordu. Annemin durumu her gün biraz daha kötüye gidiyordu, annemin bütün ihtiyaçlarını babam karşılıyordu. Zira biz çocuklarının gücü annemize yetmiyordu.

Kendinizi iyi tanımaz ve yaşadığınız sağlık problemin üstüne fazla durmazsanız daha ciddi sağlık sıkıntılarıyla karşı karşıya kalırsınız. Felç geçirdiğimi anlamama rağmen “kan şekerin düşmüş” deyip glikoz yüklemesi yapıp eve gönderilmiştim, yürüyemiyorum öleceğim dediğimde “git dinlen rapor verelim” demelerine rağmen yaşadığım sıkıntıları çözüme kavuşturmak için mücadele etmiş ve başarmıştım. Sorunumun bir şeye dayalı olduğunu biliyordum ve takip ediyordum. Yaşadığım sıkıntıların sadece bir mide koruyucunun yapmış olduğu ödemden kaynaklandığını ilacı içmeyi unuttuğumda fark etmiştim. Oysa ne kadar çok doktora gitmiştim bunun için. Ölümün eşiğine gelmiştim, yürürken oksijen saturasyonum (O2) 26’ ya kadar düşmüştü. Kalabalık ve yorucu hastanelerde yoğun çalışan doktorlarımızın bizim gibi ciddi sağlık problemi yaşayan hastaların durumunu gözden kaçırabiliyorlar. O yüzden önce siz kendi doktorunuz olmalısınız.

Hayat yaşamaya değer bunun içinde mücadele etmemiz gerekiyor. Daha fazlasına değil elimizdekine sahip çıkmayı bilmeliyiz, öğrenmeliyiz ve asla mücadele etmekten vazgeçmemeliyiz. Benim sloganım “Savaşmadan kaybetmektense savaşarak kaybetmeyi tercih ederim.” dir. Sadece kendim değil zor yaşam koşullarına rağmen çok şey başarmış insanlarla karşılaşıyorum. Bazı insanlarla karşılaştığımda kendime “vay be neler başarmış, sende başarabilirsin” diyorum.
Hayatın kendisi bir mücadeledir. Kimisi sağlık sorunuyla mücadele eder, kimisi hayırsız eşle, kimisi hayırsız evlatla, kimisi yoksullukla, kimsesizlikle mücadele eder kimisi. Bir savaştır yaşamak. Yaşadıklarımızı sadece biz yaşıyor muşuz gibi düşünmeyelim. Herkes kendi yaşadığını bilir. Herkesin bir savaşı vardır. Önemli olan bu savaştan galip çıkmak ya da en az kayıpla çıkmaktır. Benim bu günkü geldiğim nokta ben artık Lisans mezunu ve devlet memuruyum. Altımda bir arabam ve krediyle de olsa aldığım bir evim var. Övünmek için söylemiyorum neler başarabildiğimi anlatmak için söylüyorum. Ardıma bakınca çok yol kat ettiğimi görüyorum ve diyorum ki kendime benim daha gidecek çok yolum var. Ben mücadele etmekten vazgeçmiyorum sizde vazgeçmeyin.

 

EMİNE ÇAYIROĞLU

Eskişehir Web Tasarım